90, 99 açık aralığı, ilk iki senesinde hala “dikdörtgen” kelimesini söyleyemediğim yıllara tekabül eder. Ayın “Aydede” olduğu, güneşe kaş göz çizilen, perspektiften uzak natürmortların, “M” şeklinde kuşların çizildiği, akşam 10’dan sonra ayakta kalmamın, ev otoritesi gereği, imkânsız olduğu, her türlü kararın yerime bir takım yetişkin tarafından verildiği, her şeyin veresiye, hayatın reklam kuşağından ibaret olduğu vakitler… Hiç büyüyeceğimi zannetmez ama nedense hep bir an önce büyümek isterdim. Benden çok daha farklı bir türe ait olduğunu düşündüğüm yetişkinlerin pragmatik telaşlarını dert etmeme o kadar çok zaman vardı ki, yetişkinlerin çocuk olmaya neden bu kadar çok anlam yüklediğini uzun bir süre hiç anlayamadım.
Onlar basamağı “9” olan müzmin yıllar dizisidir, aslında hayattan tek alacağımın birkaç kırtasiye malzemesi olduğu zamanlar… Ne zaman Aydede’yi koparan şahsı aramayı bıraktım, o zaman sorumsuzluğumun mazereti olmamaya başladı çocukluğum. Hemen ardından o “9” lar yerini “0” lara bıraktı ve 10 yılın kendine has modernitesine, yani “happy meal” ile yetinebildiğim zamanlara, yine bir takım yetişkin tarafından, bir an önce son verildi.
Kişilik sahibi 10 yılın toplu adıydı doksanlar. Paradan çok gazete kuponlarının söz sahibi olduğu, bir evi kuponlarla geçindirebildiğimiz, kısacası para kazanılan herşeydeki samimiyetin kaybolmadan önceki son zamanlarıydı… Yine kuponlarla aldığımız Arcapol yemek takımlarının dışında, aslında çevremizdeki her şeyin ithal edilmediği, aksine tamamen yerli duygularla büyümüş akranlarımın sokakta top koşturduğu, ip atladığı, Televole kültürlü neslin sadece ayak seslerinin duyulduğu günlerdi daha.
Teknolojinin insanlar arasında sevildiği yıllardı. Ne de olsa ışıklı ve mümkünse “cırt cırtlı” spor ayakkabılarıyla etrafta terör estiren nesil, sadece 12 şarkı dinleyebildiği battal boy walkmanlerini, gameboylarını, tetrislerini, elektronik yaşam formu sanal bebeklerini ona borçlu olduğunu bilirdi. Teknoloji öyle alıp başını gidememişti henüz. İnternetin yeni yeni emeklediği, ilkel bir teknolojinin hüküm sürdüğü günleri yaşıyorduk. Yavaşlığın getirdiği heyecanla insan sabrını sınayan 56k modemlerden, internete dial-up bağlanmaya çalışırken, hep uzayın derinliklerinden geldiğinden şüphe ettiğim sesler dinlerdi insanlar. 18-20mb'lik oyunları iki günde indirmek şanslı olmak demekken, download hizi 1.2kb/s olursa bayram ilan edilirdi. “Bağlantıyı Kes” tuşuna bir türlü basılamaz, yeni ergenin ödevleri ve iki boyutlu Mario Bros, Roller Coster Tycoon ya da Worms arasında seçim yapması istenir, bu nedenle sanal ortamda geçirilen her saniye ayrı bir kıymete binerdi. Bilgisayarı ile Windows 95aracılığıyla mutlu bir birliktelik yaşayan bu kuşak, muhtemelen hayatının bir döneminde videokaset kültürünü de yaşamış, özenle manyetik ortamdan uzak tutulan, çok narin floppy disklerden dosya aktarımının zorluklarıyla da baş etmişti. Badem kraker, tüp Çokokrem bazen İpana Çocuk yemekle geçen birkaç yılın ardından, yeteri kadar çim adam çürütüldükten ve son ansiklopediler kullanıldıktan sonra, 11 haneli ICQ numaraları ezberlenmiş, mahkemelik edene kadar Napster’dan dosya indirilmiş, hatırı sayılır büyüklükte cep telefonlarında ilk jenerasyon Snake oynanmıştı.
O zamanlar Y2K diye addedilen, 2000 yılına ayak bastığımız ilk saniyede, tüm elektronik sistemlerin, tarih karmaşası yüzünden çökeceği inancı ne kadar gündemi meşgul etse de, teknolojiye büyük umutlarla bağlanılmıştı. Bu yüzden 2000’li yıllar için derin umutlar besleyen nesil, bir zamanlar izlemekten zevk aldığı Back to the Future serisinin, 2015 öngörülerinin, bir kaç yıl içinde uçan arabalar, mikrodalgada 2cm çapından 30 cm çapına ulaşabilen pizzalar üretilmediği takdirde, yerle bir olmasına çok az kaldığının hiç farkında olmamıştı.
Ayşegül’ün tüm maceralarını hatmeden ve muhtemelen Ayşegül’ü yan komşudan daha iyi tanıyan doksanlar nesli, uhudan kalem arkasıyla top yapmadığı ya da büyüteçle okul bahçesinde kâğıt yakmaya çalışmadığı zamanlarda, Show TV’nin siyah fona eski jeneriği ile başlayan programlarını seyretmiş, iki haftada bir çeşitli kombinasyonlarla her Cuma Beethoven’i, Polis Akademisi’ni ya da Problem Çocuk’u “bilmem kaçıncı” kere izliyor olmaktan şikâyet etmemişti. Rahmetli Zeki Müren’in cinsiyeti konusunda illaki kendi içinde çelişkiler yaşamış, Arena’nın müziğinden, Saadettin Teksoy’un reklamlarından için için korkmuştu. Yalnızca bir kaç bit derinliğinde yayınlandığı bu gün fark edilen, Türkçe seslendirilmiş ilk alman deterjan reklamlarına, çok hijyenik Dalin civcivlerine tanıklık etmiş her çocuğun, o zamanlar, muhtemelen vatka takarak birer rugby oyuncusuna dönüşmüş teyzeleri, halaları, derecesi önemli olmaksızın en az birkaç dişi akrabası, Amerika’da 70li yıllarda başlamasına rağmen,“birkaçyüz” bölüm geriden takip ettiğimiz Yalan Rüzgarı’nın, onun bir türlü yaşlanamayan başrol oyuncularının, o başrol oyuncularının eski sevgililerinin ve o eski sevgilileri ile mutlaka bir bağı olan yeni sevgililerinin müdavimi olmuştu. Oysa kumandalısı makbul televizyonların insan ırkını ele geçirmeye başladığı ilk günlerdi henüz. İlkokul, ortaokul çağındaki çocuklar pamuk altında fasulye yetiştirmek gibi bilimsel uğraşlar edinirken, inadına Bediş 2 yıl boyunca ders nedir bilmemiş, bir tane olsun kitap kapağı açmamış boyuna hayal kurmuştu. Nice Herkül, Zeynayine bu ekranlarda yitip gitmiş, en az Bediş kadar Çılgın olan Denis’in, yayınlamakla çocuklara dolaylı yoldan hakaret edildiğini düşündüğüm Teletabilerin artık mesamesi okunmaz olmuştu.
Kalemle başa sardığımız kasetlerin, radyodan çektiğimiz kasetlerin ve bozduğumuz kasetlerin, neon saç bantları ve topuğa geçirilen taytlarla birlikte, o zamanki nesnelerin dünyasında yer aldığı zamanlardı. Kendine kimlik edinme çabası içersindeki Türk Popunun, Akrep Nalan’la bir Freddy Mercury’nin aynı anda içinde yer aldığı müzik dünyasının, İbranice reklamları olan bir MTV tarafından oturma odamıza taşındığı günlerdi. Platform ya da ütü tabanlı (ama aynı zamanda rugan da olabilen) spor ayakkabılarının, dudak kalemlerinin, briyantinli ve jöleli saçların, düğme küpelerin, yarasa kolların, İspanyol paça pantolonların gururla üzerimizde taşınmasının tek sorumlusuysa, bu müzik dünyasıyla beraber, 3 metrekarelik alanlarda, moda konusunda inanılmaz bir özgüven patlaması yaşayan ve bu konuda kesinlikle mütevazi olmayı reddeden bireylerce çekilmiş video kliplerdi. O zamanlar Benetton 0-12 tarafından giydirilen, ergenliğe henüz adım atmış ya da ergenliğe adımını attı atacak kesimin, kendini beşerli, dörderli komün yaşama zorunlu hissetmesinin de bir sebebi vardı elbet. Tek başına şarkı söyleyemeyen bireylerin, birlikten kuvvet doğdurularak, işlevli hale getirilmesine o zamanlar girl band, boy band deniyordu. Bunlar her zaman belli bir koreograf eşliğinde hareket ediyordu ve çektirdikleri her poz, herhangi bir yayım organının satışlarını sadece bir poster aracılığı ile kat kat artırabilecek güce sahipti. Yerli-Yabancı müzik kültürü arasında kendine yer edinmeye, kendi müzik zevkini şekillendirmeye çalışan doksanlar neslinin büyük bir yüzdesi, Aşkın Nur Yengi gibi şişeden müzikal nitelikte sesler çıkartmayı deniyor, her şeyin yüksek belini giyiyor, depozitolu 1 litrelik Pepsi şişelerinden meşrubat içiyor ve elbette yerli Hans görünümlü Harun Kolçak’ı tanıyordu. Kayahan’ın “Kayahan” olduğu, her şarkısının son kısmında, sevdiceği gittikten sonra yaşadığı çaresizliğine binaen yaptığı monologların bulunduğu yıllardı doksanlar.
Kaotik siyasi olaylar için daha çok küçük olduğumuz yaşlardı. 18 yaşından küçüksen, velin olmadan ne bir çekilişe ne de bir yarışmaya katılmaya hakkın vardı, zaten o yaşta neye elini atsan kırar, Newton’un kim olduğunu bilmez, Çakmak Taşları izlerken aniden araya giren o yeşil yeşil görüntülerin ne olduğuna anlam veremezdin. Bu yüzden çocuk olmak sıkıcıydı ve bir an önce bu etiketten kurtulmak lazım geliyordu. O yıllarda sanki her şey daha bir abartılıyor, daha bir çabuk büyüyordu ve ebeveynler bunun öylesine farkındaydı ki nedense hep bir beden büyük kıyafet alıyordu. Hemen ardından, asıl niyetimizi gizleyerek, türlü kaprisler, diplomatik yöntemlerle iletişim kurmanın öğretildiği, maskeler takarak ortalıkta dolaşmanın ilk eğitiminin alıp, aklımıza geleni açıkça söylemenin "zararları" konusunda ilk yasaklarla tanışmıştık. Bir zamanlar ayakkabılarımıza bağladığımız, dört tekerlekli patenlerin, kullanımı daha zor, tekerlekleri tek sıra haline getirilmiş rollerblade versiyonu, acaba büyüdükçe bizi daha zor günlerin beklediğinin habercisi olabilir miydi? O günlerde benimle yaşıt arkadaşlarımdan kimse bunu bilmiyordu. Hiçbirimizin henüz hayatın Legolardan, sakızlardan çıkan geçici dövmelerden, Aslan Kral’dan, çalıp kaçtığımız apartman zillerinden ibaret olmadığını bilmediğimiz gibi…
Ne mutlu ki salatalık ve domatesin yalnız yazın çıktığı yıllarda çocuk olmuştum, teleteks gibi bir şeyin var olduğuna son derece şaşırmış, Arçil ve Şota’nın kim olduğunu bilen arkadaşlar edinmiştim. 10 yılın disko kültürüne ayak uydurmuş, Elm Sokağın’dan korkmuş, Evde Tek Başına’yı birçok kez izlemiş, Blue Jean okumuştuk birlikte… Mortal Combat oynamış, BMX bisikletlerden düşmüş, peçete koleksiyonu yapmıştık. Affan Dede’nin nerde olduğu bilinse de satın alınamaz, hiçbir şekilde değiş tokuş yapılamazken, şimdi 36 pozluk makinelere verdiğim analog pozlardan hatırlayabildiğim birkaç yıldan ibaret, son yılına şimdi 10 yıl daha uzak olduğum doksanlar…
Ezgi Kılıç
IE - 3
6 comments:
Örenköylü akranlarımın nasıl geçip gittiğini bir türlü anlamadığım o çocukluğumuza dair (ki tam da doksanlara tekâmül eder ve halk arasında bilindiği gibi iyi bir açıdır, doksan. ) bu kadar güzel söylemleri dile getirmesi şu sınav döneminde beni adeta sad etmiş bulunmakta. Bu nedenle kendimi tutmayıp beğenilerimi ve övgü sözcüklerimi şu sıralar pencerede tüttürdüğüm efkâr cigaramla Ezgiye gönderiyorum. Makalede dile gelmiş hemen hemen her şeyi yaşamış olmamda(topuğa geçirilen tayıt hariç) ne kadar samimi olduğunun göstergesidir.
Teşekkürler ve tebrikler.
Dip not; Yazı çocukluk arkadaşım olan Ezgi Kılıç'ın Bilkent Üniversitesi Endüstri Mühendisliği dergisinde yayınlanmış.Ben de bu denli güzel dile gelmiş anıları sizlere paylaşmadan edemedim.
(pek bir sohbetimiz yoktu ama olsun o zamandan belli idi güzel ve zeki bir hanım olacağı...)
Tamam Ezgi arkadaşın olabilir.Ama yazı da çok zekice birşey göremedim ;manusal..
BuNLARI BEN DE YAZARIM ..:)Ben yazınca dergide yayınlanmaz o başka...
Ben oldukça beğendim ayrıca masal hanım siz doksanlarda çocuk muydunuz?
90 da çocukla genç arası bişeydim,niye sordunuz manusal..
Sizin de anılarınıza tercüme olmuş olabilir o vakit ezgi hanım: )
Ben bir aşkın nur yengi hayranıyım.Şişeyi çalmak için nasıl uğraşırdım o zamanlar.yuhahup yuhahup diye bir bilsen.
yakın zamanlarda mimliycem seni görcen o zaman manusal...
Post a Comment